13 Ağustos 2012 Pazartesi

Kader - Yaşam kontratımız var mı?


Yaşam nedir? Neden doğarız, neden ölürüz? Hayat misyonumuz nedir? Kader nedir? Kadere, kaderimize müdahale şansımız var mı?
Tree of Life by Tim Biskup

Eminim ki yukardaki soruları bazılarınız sürekli, bazılarınız ise yaşamları boyunca en az bir kere kendilerine sormuşlardır. Cevapları ise... Bazılarınız bulmuş, bazılarınız bulduğunu zannetmiş ancak büyük bir çoğunluk ise düşünmemeye çalışarak yaşamın onlara sunduğu acı tatlı olaylarla yuvarlanıp gitmiştir. Aslında genellikle mutlu, neşeli olduğumuz dönemlerde sormayız da, başımıza beklenmedik, bizi sarsan, yaralayan olaylar geldiğinde düşünmeye başlarız...

Ben bu soruları çok kereler sordum ve pek çok öğretiyi araştırarak cevaplar bulmak için çabaladım. Kendimce bir sentez yarattım, bir takım cevaplar verebiliyorum. Ancak bu cevaplar şimdi için geçerli, yarın ne olacağını bilemem...

Bu dünyaya bir amaç için geliyoruz, belirli bir misyonumuz var. Ancak bu misyon somut bir hedef değil. Belirli bir mevkiye yükselmek, para kazanmak, aile kurmak, çocuk sahibi olmak veya mükemmel sağlığa, bedene sahip olmak, vs gibi hedefler yaşam kontratımıza bir zemin, bir araç olurlar. Gerçekleştirmemiz gereken, sembolik olarak yaşam amacımızı bulmak ve dünyevi araçların onu anlamaya, geliştirmeye hizmet ettiğini kabul etmektir. Dışsal şartlarımızın değişmesi (örneğin, iflas etmek, işten çıkartılmak, boşanmak, hastalanmak vs gibi bize yön değiştirten olaylar)  aslında misyonumuzu tamamlayıcı durumlardır. Dolayısıyla, insanın kendini dünyadan kopartması, yapması gerekenleri inkar ederek inzivaya çekilmesi veya içinde yaşadığı toplumdan kaçması aslında misyonuna, doğum amacına ters düşen bir hareket olur. Biocognition konusunda dünyaca tanınan Dr. Mario Martinez’de şöyle söylüyor, “Only the society that you were born into, can heal you!” (“Sadece içinde doğduğun toplumda/ortamda şifa bulabilirsin!”)

Bir misyonumuz, yaşam kontratımız olduğunu kabullendiğimizde, hemen ardından ikinci sorumuzu soruyoruz, bu kontrat nedir? Yaşam boyunca karşımıza pek çok seçenekler, yollar çıkıyor, neden? Eğer amaç misyonu gerçekleştirmek ise, neden sadece bir yolda ilerleyebilecek şekilde bir düzenek yok?

Kişinin misyonunu tanımlayıp, onun gereklerini yapması yaşam amacıdır. Ancak pek çoğumuz için, bu misyonu tanımlamak da bir yaşam amacı olabilir ki bu dönemin insanlığı da belki bu konuda sınanıyordur. Belirli bir somut amaç uğruna mücadele etmeyi insanlık çok başarılı bir şekilde öğrendi, belki de artık devir benliğin misyonunu bulmak için çabalamaktır...

Kader kelimesine sözlükte bakarsanız, başka kelimelerle de ifade edildiğini göreceksiniz. Örneğin, takdir, kısmet, mukadderat, alın yazısı, ... Benim dikkatimi çeken tüm bu kelimelerin benzer bir anlam içermesi, kadere müdahale edilemeyeceği şeklinde bir ifadeleri var. Başımıza ne gelirse yaşamak, çekmek mi zorundayız? Bir depreme, trafik kazasına veya piyangodan büyük ikramiye çıkmasına müdahale edebilir miyiz? Hayır... Peki hangi noktalarda kişisel seçimlerimiz, irademiz olabilir? 

Bu arada bazıları diyor ki aslında özgür irade yok, herşey önceden yazılı... Buna inandığınız zaman arkasından şu soruyu sormaz mısınız? “Öyleyse neden dünyaya geldim ki? Ben – her ne şekilde isimlendirirseniz isimlendirin - Tanrı, Evren, İlahi Güç, Allah’ın bir kuklası mıyım? Aksi taktirde beni nasıl sınayacak ki?” Özgür irademizin olmayışını ben kabul etmiyorum… Özgür irademiz sonsuz potansiyelimizi nasıl kullanacağımızdır. Ağacımızda hangi dalda olursak olalım, onu yorumlayış ve kullanış şeklimizdir.

Bu noktada ingilizcedeki iki kelime devreye giriyor, “fate” ve “destiny”! Caroline Myss’e göre fate, başımıza gelen olaylar, kişisel irademiz dışında yaşadıklarımız. Destiny ise yaşadıklarımızı yorumlayarak, onlara olan bakış açımızı seçerek, kendimize seçtiğimiz yol, ki bu yol kişisel irademizle şekilleniyor.

(Bu iki kelimeye Türkçe de ayrı kelimeler bulamadığım için ingilizce kullanmaya devam edeceğim. Toplumların bakış açılarının kullanıkları dile, kelimelere yansıması ne kadar çarpıcı. Türkçe'de - en azından günlük kullandığımızda, belki eski Türkçe çok derin anlamlı başka kelimeler vardır, ben bilmiyorum - başa gelen çekilir manasında kelimeler varken, ingilizce de kişisel gücümüzü de anlatan kelimeler var, kıskanmamak elde değil!)

Ağaç sembolü hemen hemen tüm spritüel ekollerde kullanılır. Yaşam serüveninizi bir ağaca benzetirseniz, kader, yaşam misyonu gibi kavramları anlamak daha kolay olabiliyor. Doğum anınızda ağacın dibindesiniz ve bir müddet seçim şansınız yok, ailenize, çevrenize mecbursunuz. Ancak büyüdükçe yol ayrılımlarına geliyorsunuz. Sağdaki dala mı kaysanız, soldakine mi? Fate dediğimiz noktalar kişisel seçim yapamayacağımız yol ayrılımları, öyle bir olay yaşıyorsunuz ki bir tercih yapamıyorsunuz (ör. doğal afetler, kazalar, piyangolar, vs) . Destiny ise sizin özgür iradenizle yapacağınız seçimler ki fate olaylarını yorumlama biçimimiz de buna dahil. İlla kötü düşünmemek lazım, pozitif olaylar da bu bakış açısına dahil. Örneğin, doğuştan müziğe yeteneğiniz var, bu fate'tir. Bu yeteneğinizi nasıl değerlendireceğiniz ise destiny'dir. Evde çocuklarınızla, arkadaşlarınızla paylaşabilirsiniz veya sahnelere çıkabilirsiniz veya müzik öğretmeni olup başkalarına öğretebilirsiniz...

Başka bir örnek ise herkesin tanıdığı Julio Iglesias ile ilgilidir. Gençliğinde futbol oynadığını pek az kimse hatırlar, Real Madrid'de kaleciymiş. Bir gün çok kötü sakatlanıyor, araba kazasında omurgası eziliyor ve tekrar normal yürümesinin bile çok zor olduğu söylenir. "Vay ben ne kadersizim, kariyerim, hayatım bitti" diye kendine acımak yerine, Iglesias hırslanır, doktorları şaşırtan bir hızda ve iyilikte iyileşir. İyileşme döneminde, ellerini çalıştırsın diye hediye edilen gitar sayesinde ise müzik yeteneğini keşfeder! Yaşam kontratını düşünürsek meşhur olmak, kitlelerce tanınmak kaderinde yazılıydı ancak hangi yolla olacağı sınandı ve o sınavı geçti. Sony Music Entertainment'a göre tüm zamanların en çok satan ilk 15 sanatçısından biridir. (Kaynak wikipedia

Özetlemek gerekirse, hayata gözlerimizi açarken bir planı da beraberimizde getiriyoruz. Bazılarının dediği gibi bu tamamen en detayına kadar yazılmış bir plan ancak tek seçenekten oluşmuyor. Pekçok farklı kombinasyonu var, bizim yapmamız gereken ise elimize gelen kartlarla en iyi oyunu oynamak ve en yüksek skoru elde etmek (ki bu skor tanımlaması da kişiden kişiye değişiyor). Tekrar ağaç örneğimize dönersek, belki bir kişi için en yüksek dala tırmanmak onun amacı olurken, başka bir kişi içinde en fazla meyva içeren dalı bulmak olabilir... Bir dalın çatırdamaya başladığını hissederseniz ne yaparsınız? Hemen en kısa sürede başka bir dala mı geçmeye çalışırsınız yoksa beklermisiniz ki dal kopsun ve siz de yere düşün. Hadi düştünüz diyelim, olduğunuz yerde kalır, ağlar, birisi size kaldırsın diye bekler misiniz yoksa tekrar ağaca tırmanmaya mi başlarsınız?

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Kütüphanen seni anlatıyor!

Geçen hafta blogumu yazıp yayınladıktan sonra inanılmaz bir hafiflik hissettim. Feng Shui dedikleri bu olsa gerek ;)) Kendime verdiğim sözü de tutuyorum, şimdi pazartesi gecesi saat 21:32. Blogumla ilgilenmeye tam bir saat önce başladım, eklemek için resim çektim, kafamda yazacaklarımı düzene koydum. Aslında son 3 gündür düşünüyorum, kendime gülerek...

Geçen hafta uzun zamandır ertelediğim başka bir konuya el attım, salondaki kütüphanemi toplamak! Görünüşte topluydu ama kitaplar karışıktı, aradığımı bulamıyordum, öbek öbek kağıt yığınları vardı, muhtelif kutularda (genellikle şık ayakkabı kutuları) toplanmış, aynı soyağacından bile olmayan eşyalar vardı.... Kişisel olarak ortalık dağınıklığı beni çok rahatsız etmez, ancak dolapların, çekmecelerin vs çok organize olması lazım. Ancak "mükemmel" sistemi bulana kadar da düzenleme yapmam, beni anlayanlarınız olacaktır, farklı bir üşütüklük hali :)

Kütüphaneyi toplamaya kalkınca ilk önce bazı kitapların yerlerini değiştirmeye başladım. Bunun için de bir kucak dolusu kitabı koltuğun üstüne koydum. Kafamdaki bir kategori ilk seçtiğim rafa sığmayınca tekrar onları oradan alıp yere koydum, başka raf boşalttım ve .... birden fenalık bastı ve .... herşeyi bırakıp hiçbirşey olmamış gibi televizyon seyretmeye başladım. Tam 24 saat ellemedim bir daha. Evdekilere de o alana yaklaşmalarını yasakladım.

Ertesi gün tekrar düzenleme işine teşebbüs ettim ama yine başarısız oldum. Mesela aynı yayınevinden olanları grupladım (Can yayınları bembeyaz çok hoş duruyordu) ancak konuları birbiriyle uyuşmadı. Bir de mevcut kütüphanem salonda duruyor, eve gelen herkes görüyor, gelenlerin dikkatini çekmesini istemediklerimi aşağılara, kapalı kapakların ardında, "nötr" veya "genel kabul gören" veya "saygın" kitapları daha görünür yerlere koymayı düşündüm. Bu arada kütüphanemin salonda oluşu beni çok rahatsız ediyor, sanki herkesin karşısında çıplak duruyormuşum gibi hissettiriyor... O an tekrar fenalık bastı ve tekrar herşeyi bıraktım. Elime kağıt kalem aldım, bir kategori listesi yapmaya koyuldum.


3. güne geldiğimde kendimi hazır hissettim ve tıkır tıkır yerleştirmeye başladım. Bu arada yukardaki resimden görebileceğiniz gibi binlerce kitabım da yok, kişisel gelişim ile ilgili olanların çoğu işyerimde duruyor. Ancak kitap sayısı binlerce de olsa aynı süreç yaşanırdı muhtemelen. Esas önemli olan bu kitapları boş vakitlerimde, zevkle okumak için almış olmam! Kategorilere ayırınca, elimden geldiğince bir yazarın kitaplarını da yanyana koymaya çalıştım. İş bitince kendimle ilgili enteresan noktaları tekrar hatırlama fırsatı buldum. Hayatımı önceliklendirmede çok yardımcı olacak noktalar:

  1. Türk ve yabancı yazarları ayırınca Türk yazarların kitaplarının sayısının azlığına üzüldüm. Daha fazla Türk yazar okumaya çalışacağım ancak bir kitapçıya gidince de aynı oranı görmüyor muyuz? Görsel, sosyal medya derken kitaplar iyice hayatımızdan çıkıyor galiba, ancak yurt dışında kitap okuma alışkanlığını o mecralara da taşıyorlar. İnternette gezinince www.goodread.com www.librarything.com gibi paylaşımların yapıldığı bir sürü site buldum. Evdeki kitaplarınızın online listesini bile orada tutabiliyorsunuz.
  2. Kütüphaneyi toplama süreci benim bir işi nasıl yaptığımı hatırlattı bana. Aklıma gelen fikri HEMEN uygulamaya başlıyorum, yoksa o ilham uçuyor. Ortalığı biraz dağıtıp, geri çekiliyorum. Araştırma yapıyorum. En iyiyi planlamaya çalışıyorum. Sonra tekrar harekete geçip işi bitiriyorum. Mikro düzeyde farkettiğim bu süreç, makro seviyede hayatımdaki bazı konuları gözden geçirmeme yardımcı oldu. Her iş kendi vadesinde tamamlanır, bilfiil onun üstünde çalışmıyor olmam, arka planda onu tasarlamıyorum demek değildir. Suçluluk hissettiğim bazı bitmemiş işler için enerjim değişti, rahatladım, sabırla vadelerini beklemeye başladım. 
  3. En çok hangi yazarın kitabı varmış inanamazsınız, Osman Aysu! Belki çoğunuz bilmiyordur, kendisi polisiye roman yazıyor. Tam 17 kitabını buldum evde!! Sevdiğim yazarların kitaplarını incelemeden satın alırım ama buna çok şaşırdım. Ondan sonra 14 kitapla Wilbur Smith takip ediyor, Afrika maceraları yazarı... Sonra bir sürü Mısır'da geçen kitaplar. Harry Potter ve Yüzüklerin Efendisi serileri de baş köşede... Kendimle ilgili çok iyi olduğum bir yönümü hatırladım, ben de bir dedektifim. Her konuda, insanın duyguları dahil, süper iz sürüp, bulmaca parçalarını birleştiriyorum. Doğa üstü konuları seviyorum. Seyahat her zaman önceliğim oldu, müze gezmek değil, dünyanın farklı coğrafyalarına gitmek. Afrika ve Mısır ise kendi regresyon seanslarımda hep gittiğim ülkeler oldu. Hayatımı önceliklendirirken bunlara da dikkat edeceğim. 
  4. Oraya buraya saçılmış resim malzemeleri buldum, özellikle Mandala kitapları. (Bir gün sadece mandala anlatırım) Mandala yapmayı ve boyamayı da tekrar hayatıma dahil etmeliyim. 
Bu yazı biraz uzun oldu ancak hayatımın akışını değiştiren bir olayı anlatmadan bitiremeyeceğim. Boğaziçi Üniversite'sini bitirdikten sonra Amerika'ya MBA (işletme mastırı) yapmaya gitmiştim. Meslek olarak ne yapmak istediğimi tam bilemediğimden, MBA herşeye uyar diye düşünmüştüm. İlk sene bitince yaz tatilinde Amerikalı bir arkadaşım beni ziyarete geldi ve onu vapurla Anadolu Kavağına götürdüm. Tam dönüş vapuruna binerken gözüme gazeteci çarptı ve dergi almak için gittim. Bir moda dergisi ve BYTE dergisi (o yıllarda tek bir dergi tüm bilgisayar teknolojisini anlatabilirdi) aldım. Arkadaşım (Samira) dehşete düştü, "bu güzel ortamda bu sıkıcı dergiyi mi okuyacaksın?" dedi. Ben de onun, benim hakkımda ne gördüğünü gördüm, çok şaşırdım. Sonra benimle ciddi bir konuşma yaptı, "bu dergiyi zevk için alıyorsan MIS (Management Information Systems - Bilişim Teknolojileri Yönetimi) mastırına başvurup çift anadal yapmalısın" dedi. Aklımdan bile geçmeyen bir programdı! Okulların açılmasına 2 hafta vardı ve kayıtlar çoktan kapanmıştı. Bana zorla yaşadığımız deneyimi anlatan bir başvuru mektubu yazdırttı, okula yolladık. Kayıt bölümü o kadar etkilenmiş ki sekreter elden mektubumu hocalara göstermiş. Amerika'da dönünce bölüme kaydımı yapmam için bir davetiye buldum - sene 1994. Bölümdeki diğer öğrenciler bu hikayeye inanmadı, torpilim var sandılar. Kaderimdeki dönüm noktalarından birisi oldu Anadolu Kavağı'ndaki Byte dergisini almam...

Kendinizi sorguladığınız bir dönemdeyseniz siz de kütüphanenizi elden geçirin... Belki unuttuğunuz, ihmal ettiğiniz bir yönünüzü hatırlarsınız belki de yepyeni bir güzellik görürsünüz...

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Damlaların Sürekliliği

Taşı delen suyun kuvveti değil, damlaların sürekliliğidir!


Sabah bu sözle uyandım. Kimin söylediğini bulmak için biraz araştırdım ancak pek çok kişi sözü kullanmasına rağmen bulamadım. Malesef "biz Türkler ;)" referanslı alıntı yapmayı pek sevmiyoruz. Ardından sözü birkaç faklı şekilde ingilizceye çevirerek aradım. İnternet müthiş bir araç! Sözü MÖ 99-55 senelerinde yaşamış Romalı şair Lucretius'un söylediğini buldum. Lucretius,  De Rerum Natura (On the Nature of Things - Doğa Üzerine) isimli müthiş bir eser ortaya koymuş (wikipedia). Araştırırken baktım kendimi kaptırıyorum, bloga geri döndüm, ancak sonra onu okumaya devam edeceğim. (Bu arada türkçe sitelerin çoğunda aynı bilgi var, bir kaynak yazıyor, herkes ondan kopyalamış ve şair hakkında ilk cümlede çıldırırarak intihar ettiği bilgisi yer alıyor! Bu davranış modelini ve bakış açısını incelemek için ömür yetmez herhalde...)

Neden bu cümle ile uyandım? (İç sesimiz, içsel bilgeliğimiz hafif trans halindeyken bizimle çok güçlü bir şekilde konuşur, ve uykunun az öncesi ile az sonrası mükemmel bir zamandır bize ulaşması için.) Yapmam gereken ne vardı? Birden blogum neon ışıklarıyla gözümün önünde canlandı!! Heyecanla, hevesle başladığım ancak başka öncelikler nedeniyle ihmal ettiğim blogum!

Bir yandan kendimi eleştirip, hırpalarken (önceliklerini belirleyemiyorsun, zaman yönetimin zayıf, tembellik ediyorsun, başkalarının eleştirilerine fazla önem veriyorsun, vs vs) bir yandan da sorumluluktan kaçmak için kurban temasını hissettim (kaç kişi okuyor ki yazsan ne yazar yazmasan ne yazar, daha önce söylememiş bir şey yazmıyorsun ki, senden kat be kat güzel yazan bir sürü insan var, vs vs).

Birden durdum. Hem yukardaki patern, davranış modeli hem de taahhüt-süzlük  teması çok tanıdık geldi. Etrafımda aynı konudan muzdarip o kadar çok insan var ki. Konular binbir çeşit olabiliyor ancak tema aynı. Düşününce iki ana neden buldum:

  1.  Bazı alanlarda gerek yeteneğimiz gerekse istikrar ve azmimiz sayesinde başarılı oluyoruz, özgüvenimiz artıyor. Artan özgüven, şişmiş egoya dönüşünce "ben herşeyi yaparım" havasına giriyoruz ve gereğinden fazla karpuz taşımaya kalkıyoruz. Bu sefer ya herşeyi yarım yamalak yapmaya başlıyoruz ya da söz verip de tutamadığımız işler birikmeye başlıyor. Bu işleri yapmasak da enerjileri bizi yiyor, yukarda örneklerini verdiğim negatif duygular ortaya çıkıyor. Tam doğru yaptıklarımız da etkilenmeye başlıyor. Hele gereksiz bir gurur ile vazgeçmeyi de kabullenmiyorsak, işin sonu depresyona varıp, öz değerimizi zedeliyor.
  2. Toplum olarak ezileni, hor görüleni, düşeni sevdiğimiz halde, başarılı olanları değil takdir etmek, bir taş da biz atıyoruz. İstikrarı, azmi cesaretlendirmek, ödüllendirmek bizi bozar ;) Arkadaşımız kek mi yapıp satmaya karar verdi, tadına bakıp nasıl daha lezzetli olabileceği konusunda ahkam keseriz veya ondan satın almak yerine başka yerden alırız. Birisi seneler sonra okula dönmeye mi karar verdi, bu saatten sonra alim mi olucan diye yüreklendiririz! Uzun süredir kilo vermeye çalışan arkadaşımız üzüntüsünü çikolata ile mi bastırdı, bu da geçer hadi gel salatamızı yiyelim mi deriz yoksa bu kilolar sana yakışıyor, boşver yemene mi bak deriz? Veya arkadaşımız blog yazmaya başladı, bana birkaç defa email atarak haber verdi, değil tebrik etmek, okumaya öncelik vermeyi bile ihmal mi ederiz?
Anlayacağınız üzere her iki neden de bana uyuyor :) Nasıl çözerim diye düşündüm. İkinci madde için kendi kendime gaz vermekten başka birşey elimden gelmez, milleti zorla okutup sınav yapacak halim yok :) ilk madde için ise takvimimde belirli bir yer ayırmaya karar verdim. Danışanlarıma verdiğim randevu gibi kendime randevu veriyorum, iki opsiyonlu, birini kaçırırsam diğerini yakalamak için. Haftalık. İlk randevum pazartesi 21:30 - 23:00 arası. İkincisi ise salı 9:30 - 11:00. Blogumu takip edip okuyanlara duyurulur :)