27 Aralık 2012 Perşembe

Tutulmayan sözler...


Söz vermek ne demektir? Hem Türkçe hem de İngilizce sözlüklerde baktım. "Kesinlikle yapacağını söylemek" diye açıklıyorlar. Hatta dini yorumlar yapan siteleri bile okudum. Bir hadisde "verilen sözü tutmamak münafıklıktır (iki yüzlülük)" diyor. Benim şahsi lugatımda da "bir işin altına imza atmaktır". Tutmadığım, tutamadığım söz ruhumu, kalbimi acıtır, vicdan azabı çekerim. Unutarak veya elimde olmadan tutamadığım sözler için ise elimden geleni yaparım, özür dilerim, telafi etmeye çalışırım.

Başta ailem olmak üzere, aldığım eğitim, okuduğum kitaplar, esinlendiğim kişiler hep aynı telkini yaptılar.

Yaşadığımız toplumun dengeli, huzurlu olarak var olabilmesi, sağlıklı sınırlar koyulabilmesi, kişisel veya genel sözlerin tutulması ile gerçekleşiyor. Ehliyetimi alırken trafik kurallarına uyarak araba kullanmaya söz veriyorum. Ev kiralarken komşuları rahatsız etmemeye, gürültü yapmamaya, tepelerinden pislik dökmemeye söz veriyorum. Okula kayıt olduğumda öğretmenimin dediklerini yapmaya, arkadaşlarıma saygılı olmaya, vaktinde gelmeye söz veriyorum. Evlenirken eşimi sevip sayacağıma, onu aldatmayacağıma, iyi ve kötü günde onun yanında olacağıma da söz veriyorum. İşe girerken, mesai saatlerime uyacağıma, verilen işi eksiksiz yapacağıma, şirketimin özelini başkalarıyla paylaşmayacağıma söz veriyorum. Onlar da karşılığında belirli periyotlarda bana önceden belirlenen maaşı, primi ödeyeceklerine, kariyer planımı yapacaklarına, tarafsız olacaklarına söz veriyorlar....

Bu liste sayfalarca uzayabilir...

Kişisel seviyede de sözlerin tutulması çok önemli. Duygusal olarak, vicdanen, gece yastığa başımı koyduğumda huzurlu bir uyku uyuyabilmek için sözlerimi tutmalıyım. Var olduğum aileye, topluma borcumu ödeyebilmek için sözlerimi tutmalıyım. Sağlıklı ilişkiler için, ruhsal karmamı kirletmemek için sözlerimi tutmalıyım...

Ancak.... İnsan beşer kuldur şaşar ... demiş atalarımız...

Şaşar da beklenmedik insanların şaşırması da bizi çok şaşırtıyor, sarsıyor, dağıtıyor, inancımızı sorgulatıyor...

Son zamanlarda hem şahsi meselelerimde hem de yakın çevremdekilerde pek çok tutulmayan söz vakası görüyorum. Bazıları el sıkışarak verilmiş sözler, bazıları ise yazıya dökülmüşler. El sıkışarak yapılan anlaşmaları bozmak, inkar etmek daha kolay olsa da, bozmaya niyetli olanlar yazılı anlaşmalardaki satır aralarını, yazılmayanları bulup ortaya çıkartıyorlar. Koca koca okumuş insanlar, küçük çocuklar gibi mızıkçılık yapıyorlar. Bugün A dediğine yarın Z diyebiliyorlar... Üstelik de gözünün içine baka baka, bir sürü şahitlerin olduğu halde "sen yanlış biliyorsun" diyebiliyorlar. Ne için? 3 kuruş fazla para için genellikle...

Kişisel olarak başkalarını düzeltmek, doğru yola getirmek gibi misyonumuz yok, istesek de yapamayız, haddimiz değildir. Ancak kendimize bakıp, kendimizi düzeltirsek, bir nebze yakın çevremize etki yapabiliriz.

Bu sene başında Küçük Ruhun Hikayesi başlıklı bir yazı yazmıştım, aynalamaya giriş olarak.Pratiğe yansıması şöyle olabilir:

Benim etrafımda bir sürü sözünü tutmayan insan var. Hem bana, hem de yakın arkadaşlarıma. Arkadaşlarımın ki hayrete düşürürken, benim yaşadıklarım ise beni yaralıyor, madden zarara sokuyor, inancımı zedeliyor. Demek ki bu konunun enerjisi etrafımda dolaşıyor. Şimdi ve burada "verilen sözler" hakkında bir farkındalık keşfetmem gerekiyor... Tüm bunlar bana ne anlatıyor olabilir?

1- Benim verip de tutmadığım sözler var mı? Ara sıra aramayı atladığım arkadaşlarım, danışanlarım olabiliyor. Nihayet aradığımda özür dileyip, telafi etmeye çalışıyorum. Ödenmemiş borcum yok. Uzun zamandır kerhen söz vermişliğim de olmuyor açıkçası, gerçekten kalben istemediklerimden uzak durmaya çalışıyorum.

2- Beni yaralayanlardan ne öğrenebilirim? Bunun için önce onlar hakkında aklıma ilk gelen sıfatları düşündüm: "hain" ve "korkak" geldi. Kendi içimde bu sıfatların ne anlama geldiklerini bulmaya çalıştım. Hain sıfatı için bir meslektaşımdan bana regresyon terapisi uygulamasını rica ettim. Enteresan çıkarımlar oldu, korkak sıfatını da içine alan... Bu tarz kişilerle yüzleşmekten çekindiğimi, tatsızlık çıkmasın diye alttan aldığımı, hatta hakkımı bile teslim ettiğimi farkettim!! Ancak regresyon terapisinin sonundaki şifalanma bölümündeki mesaj çok güçlüydü. Atatürk'ün enerjisini hissettim, bana mesajı şuydu: "Biz Kurtuluş Savaşı'nı kazandık, sen bu kıytırık meselelerle mi başa çıkamayacaksın?" üffff, utandım valla...

Bir de kimle, ne konuda olursa olsun, tüm anlaşmaları yazılı yapmam gerektiğini idrak ettim :) (Kanunen email bile yeterliymiş.)

Sizin hayatınızda bu aralar hangi enerjiler yoğun? Çoğu zaman kendi içinize dönerek veya bir araç ile farkındalık yaşayabilirsiniz (çeşitli kartlar - arketip, tarot, melek vs - i ching - okuduğunuz kitap - seyrettiğiniz film vs olabilir). Çok zorlanırsanız da destek istemekten çekinmeyin. Enerjinin içinden geçmek zor gibi görünse de içinde kalmaktan kat be kat iyidir. Özgürleştirir!!

Hele bir de kendimize verdiğimiz ancak tutumadığımız sözler var ya... Ansiklopedi yazılır bu konuya....


14 Aralık 2012 Cuma

Yaşam amacınızın rehberi: Carl Rogers

Klinik doktora derslerimizden birinde bir kuramcıyı detaylı incelememiz gerekiyordu. Ben de Carl Rogers'ı seçtim, Danışan Merkezli Terapi'yi bize sunan kişi. Onun hakkında okudukça etkilenmem arttı ve sizinle paylaşmaya karar verdim...

Carl Rogers 1902'de Illinios'de doğdu. Oldukça muhafazakar, çiftçilik yapan bir ailesi vardı. Ergenlik döneminde içine kapanık olarak, zamanının çoğunu doğada geçirdi. Üniversite'de önce Tarım okumaya başladı. Bir yandan da Papazlık okuluna gidiyordu. Sonra tarımdan tarih bölümüne geçti. Pekin'e yaptığı bir ziyaret esnasında "Hayatında ne yapmak istiyorsun?" diye bir seminere katıldı ve papazlık eğitimini bırakmaya karar verdi! Akabinde Columbia Üniversitesi'nde klinik psikoloji doktorasına kayıt oldu ve psikoloji alanına giriş yaptı. Mezuniyeti ile beraber 87 yıllık hayatının son günlerine kadar devam edecek çok başarılı bir kariyere adım attı.  Hümanistik psikolojinin tanımlanmasında çok etkin rol aldı. 2 defa APA'dan (Amerikan Psikologlar Derneği) ödül aldı, bir dönem başkanlık yaptı. Psikolojinin yanı sıra aktif olarak dünyanın çeşitli yerlerinde barış görüşmelerinde de aktif rol aldı, ölümünden kısa bir süre önce Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterildi. Amerika'nın en etkin psikologlarından biri olarak halen kabul edilmektedir.

Onun eserlerini okumaya başladığımda beni en çok etkileyen bir önceki depresyon yazımda açıklamaya çalıştığım "olmamız gereken kişiden uzaklaşma" fikrini mükemmel bir şekilde ortaya koymasıydı. (Carl Rogers'la aynı düşünüyormuşuz demek istemem çünkü aşağı yukarı "insanı anlamaya" çalışan herkesin içinde olan bir anlayıştır bu.) Gerçekten olmamız gereken kişiden uzaklaştıkça problemler çıkmaya, hayatımız anlamsızlaşmaya başlıyor. Mesafe arttıkça patolojiler de artıyor, depresyona, yoğun psikoza kadar varıyor konu. Bu konuyu burada detaylandırmaya sayfalar yetmez, daha fazla okumak isterseniz en meşhur kitabını okumanızı öneririm. Geçen sene Okuyan Us'dan çıkan, dünyada milyonlarca satmış"Kişi olmaya Dair - On becaming a person" isimli eseri.

Carl Rogers'ı etkileyini yapan insana olan inancıydı. İnsanın kompleks bir organizma olduğunu ve bu kompleksitenin de arttıkça, ona esneklik verdiğini ve bu sayede büyük veya küçük felaketlere esneklik ve adaptasyon kazandırdığını anlatmaya çalışıyordu. Bunu anlatırken de eko sistemden örnek verirdi. Orman ile mısır tarlasını mukayese ederdi: Orman, gayet kompleks bir organizmadır ve eğer zararlı bir böcek bir bitkiyi yok ederse, orman onu telafi edecek yapıyı oluşturabilir. ancak zararlı böcek mısır tarlasına girerse, tarlayı tamamen yok eder, ortada tozdan başka birşey kalmaz! 

Rogers'ın terapi dünyasına kazandırdığı önemli bir konu da danışanı terapisti ile eşit konuma koymasıydı. Danışanın kendisi için en iyiyi bildiğini savundu. Terapinin süresini, içeriğini, yoğunluğunu danışan belirlerdi. Terapistin sadece üç görevi vardı:
1- Uyum: Danışanı ile tam bir uyum içinde olmak, kendi görüşleri ne olursa olsun. Asla yönlendirme yapmaz.
2- Empati: Danışanını her koşulda kabullenmek
3- Saygı: Her an, tam saygı göstermek

Rogers tanı konmasını, kişinin etiketlenmesini de istemezdi. İnsan "olması gereken kişiliğe" yakınlaştıkça tüm rahatsızlıkların hafifleyeceğine, hatta tamamen geçeceğine inanıyordu. Yaklaşık 50 sene boyunca da binlerce kişiyle yaptığı çalışmalarla bunu ispatladı. Diğer kuramcılar onun yaklaşımını "hafif ve etkisiz" olduğunu söyleyebilirler ancak ben şahsen bu noktada onların egolarının devreye girdiklerini düşünüyorum. Çünkü bu yaklaşım onları herşeyi bilen "Tanrı" katından indiriyor. Danışanları ile eşit bir konuma getiriyor...

Tüm bu kavramlar halen yoğunlaştığım Regresyon Terapisinin de özünü oluşturuyor ve doğru yöntemle çalıştığımı bana hatırlatıyor :)

Eğer psikolojiye merakınız varsa ve özellikle "insan olmak", "yaşam amacı nedir" gibi başlıklar ilginizi çekiyorsa yukardaki kitabı okumanızı tavsiye ederim....


11 Eylül 2012 Salı

Depresyon nedir? Ortodoks ve alternatif tedavi yöntemleri nelerdir?

Bu aralar çevremde depresyon hakkında çok konuşulduğu için bu konuda birşeyler paylaşmak istedim. Kendiniz veya bir yakınınız için ilginizi çekebilir... 


Wikipedia'ya göre, Kişinin ilişki ve etkinliklerini etkilemeyen, üzgün olma durumu ve kişinin moralinin bozukluğu çoğu zaman depresyon olarak anılır. Fakat klinik depresyon tıbbi bir teşhistir ve günlük kullanımdaki depresif olma durumundan çok daha farklıdır. Depresif kişi kendisini yorgun, üzgün, tembel, sinirli, motivasyonsuz ve apatik hissedebilir. Klinik depresyon, normal üzüntü hissinden daha yoğun, sürekli ve kişinin günlük işlerini etkileyecek düzeydeki çökkün bir duygusal durumu ifade eder.

Herhangi bir rahatsızlığın tedavisinde öncelikle alternatif yöntemin ne olduğunu tanımlamak gereklidir. Alternatif yöntem, bir konuda genel kabul gören otoritelerin söylediği, tavsiye ettiği ve uyguladığı yöntemlerden farklı olandır. Ancak özellikle depresyon gibi psikolojik rahatsızlıklarda bu ayrımı yapmak çok zordur. Genellikle medikal tedavi ve klasik psikolojik terapi yöntemlerinin sınırları dışındakilere alternatif yöntemler deniyor. Ancak artan ilaç çeşitleri bir yana tedavi metodları da her geçen gün artıyor. Genellikle psikolog ve psikiyatrist veya tıp doktoru olmayan kişilerin çalışmaları genellikle alternatif yöntem olarak adlandırılıyor. Bazen çok benzer iki metod, farklı ortamlarda kullanılınca hem klasik hem de alternatif yöntem olarak görülebiliyor. Örneğin, bir psikolog veya psikiyatristin odasındaki duygu boşalımına “katarsis” derken, bir “kişisel gelişim uzmanı”, “yaşam koçu” veya “spritüel master”in odasındaki duygu boşalımına “duyguları serbest bırakma (releasing)” diyoruz. Birinci durumda klasik yöntemlere cevap almış olurken, ikinci durumda ise alternatif ortamdaki çalışmalar başarılı oldu diyoruz.

Depresyon tedavisi bence önce karmaşık, sonra da basittir. Önce karmaşıktır çünkü depresyonun kaynağını bulmak için pek çok farklı yere bakmak gerekir. Öncelikle medikal bir muayeneden geçilip, direk fiziksel bir problemin bunu doğurup doğurmadığına bakılmalıdır (gerçi fiziksel bir hastalık çıksa da bu sefer o hastalığın psikolojisine bakmak gerekir, neticede tüm hastalıklarımızı da biz yaratıyoruz!). Mesela beyindeki bir ur, depresyon belirtilerini gösterebilir. Bir de dolaylı olarak fiziksel rahatsızlıkların sonucu olan depresyonlar vardır. Mesela hayatı boyunca allerjik astımdan yakınan bir danışanımda depresyon var. Astımını tedavi etmeden depresyonunu geçirmek mümkün olamaz, olsa olsa geçici olarak baskilayabiliriz. Biz de halen astımının psikolojisi ile ilgili çalışıyoruz.

Eğer fiziksel bir hastalık yoksa, (ki depresyonun sonucu da olan bazı fiziksel rahatsızlıklar vardır – mesela uykusuzluk veya aşırı uyku hali, iştahsızlık veya aşırı yeme isteği, ağlama nöbetleri veya duygusuzluk hali – bunlar sonuç semptomlardır, karıştırmamak gerekir) zihinsel, duygusal ve (veya) ruhsal boyutlara bakmaya başlayabiliriz. Hangisinden başlarsak başlayalım, zaten hepsi elele yürür. Başarılı olan yöntem kişinin üç boyutunu da beraber ele alan yöntemdir. Bunun için de farklı çalışmaların kombinasyonları, kişinin özelliklerine göre bir kokteyl gibi sunulur. Buradaki kilit konu, danışmanın çok farklı yöntemler konusunda bilgili olması ve bununla beraber kime neyin yarayacağını çok iyi analiz etmesidir.

Genellikle depresyon tedavisi uzun olarak bilinir ve psikiyatride “tam olarak iyileşmez ama duraksama dönemleri çok uzun olabilir” denir. Ben bunu şu şekilde yorumlamayı tercih ediyorum: Her insanın olumsuz, negatif veya ters giden dönemlerinde verdiği bir tepki vardır. Kiminde bu başağrısı, mide ağrısı, vs, kiminlerinde bir şeye, maddeye, konuya, olaya aşırı düşkünlük (aşırı sigara, alkol, spor, bilgisayar oyunu veya hatta başka biryerlere kaçma – yan oda, veya dünyanın öbür ucu farketmez) kimilerinde ise depresyon olarak ortaya çıkabilir. Esas konu, depresyonun kaynağını bulmak, hangi durumlarda ortaya çıktığını belirlemek ve o durumları değiştirerek depresyonu atlatmaktır. Kişi doğru akışta ise zaten tedavi gerektirecek kadar ağır bir depresyona girmez zaten... Ancak bir kere girmişse ve kendi başına halledemiyorsa (ki kendi kendine atlatmış pek çok vaka örneği de vardır) o zaman ona destek olacak, aynalık, rehberlik edecek, objektif duruşunu bozmayacak birisine gerek vardır.

Çok çok ağır bir vaka değilse, ilacın uygun olmadığını düşünüyorum çünkü antidepresanlar duyguları bastırarak kişiyi duyarsız hale getiriyor, bu da tedavinin uzamasına ve etkin bir şekilde yapılamamasına neden oluyor. Böyle bir durumda gerekirse terapist ile hergün bir araya gelinmesini, bitkisel çayların içilmesini (papatya, sarı kantaron,...) ve kalp atışını hızlandıracak fiziksel hareket yapılmasını tavsiye ediyorum (salgılanan endorfinin de antidepresan etkisi var). Alınan besinlerde de kafeini, ağır karbonhidratları ve sofra şekerini kesiyoruz. Hatta detoks öneriyorum ki yiyecekle bastırılan duygular da biran önce açığa çıksın. Ancak çok hızlı detoks yapılması da bu sefer kişiyi rahatsız edebilir, detoks belirtileri  (başağrısı, eklem ağrısı, deride döküntü, vs) ile depresyon belirtileri birbirine girebilir.

İlk etapda yüzeydeki konular, olaylar, duygular irdelenir. Ben, danışanın anlatacakları bitene kadar dinlerim. Depresyonun temel nedenlerinden birisi kişinin kendisinin olmak istediği insan (aile, toplum, beklentiler, ego devrededir) ile aslında olduğu insan arasındaki farkın büyük olmasıdır. Amaç danışanın kendisini objektif olarak tanımasına yardımcı olmaktir. Kullanılan yöntemler ise aklı, mantığı, egoyu devreden çıkartarak doğru, samimi cevapların alınacağı çalışmalardır. Yüzlerce, belki de binlerce çalışma yapabilirsiniz, kişinin özelliklerine göre. Kilit nokta, kişiyi direk işin içine alan, sorumluluk hissettiren ve cevapları ona buldurtan çalışma uygulamaktır. Örnek vermek gerekirse, işitsel bir kişiye, kendi seansının kaydını dinlettirmek bile çok etkili olabilir. Görsel bir insana kolaj veya resim yaptırtabilirsiniz. Her ne kullanırsanız kullanın işin içine duyguyu katabildiğiniz an başarılı olursunuz. Ayrıca ev ödevi vermek şarttır, bu da danışanın kendi rahatsızlığının sorumluluğunu alıp almadığını gösterir. Netice de kimse sihirli değnek değildir, kişi ancak KENDİ isterse değişebilir.

Ben kendi pratiğimde, bilinçaltındaki kayıtları açığa çıkartacak metodları sıkça kullanıyorum. Danışanı transa sokarak regresyon terapisiyle çok hızlı yol alabiliyoruz. Öncelikle kendi hayatında gerilere gideriz ve normalde hatırlamadığı hatıraları bile hatırlayabilir. Sonra da geçmiş hayatına gidebiliriz. Geçmiş hayatın olup olmadığını tartışmak gereksizdir çünkü hikayeler uyduruluyor olsa bile yine bilinçaltından çıkarlar ve geçmiş yaşam fikri, kişilerin bazı acı ve travmalarla daha kolay başa çıkabilmesini sağlar. Bryan Katie’nin Çalışma (The Work) yöntemini de çok kullanırım. Prensibi “komşunu eleştir, kendini eleştirdir”. Ayrıca bazen kişinin psikolojik astroloji haritasını da incelerim. Ona direk yorumlamasam da başlangıç noktasını bulmamda çok yardımcı olur. Örneğin, Ay’ı zor açılar alan bir kişinin başta anne olmak üzere kadınlarla problemi olabilir, veya herkese fazla annelik edebilir veya yeme problemi olabilir.

Bir de son zamanlarda çeşitli enerji çalışmaları yapılıyor. Çoğu zaman enerjiyi kişiler uygulandığı anda pek hissedemiyorlar, dolayısıyla yarayıp yaramadigini ancak daha sonra farketmeyi umuyorlar. Kendi bilgilerime göre o anda hissedilen enerji çalışmaları çok başarılı oluyor. Uygulanan enerji yönteminin kisiye uygun oldugu görülüyor. Pek çok farklı enerji frekansı var, radyo dalgalari gibi. Reiki, ki topları, evrensel, gümüş mor alev, ra sheeba, teta, reconnection, kundalini, vs ... Danışan fayda görürse, kendisi de uyumlanmayı seçip, kendi kendine enerji aktarmayı da seçebilir. Ancak benim gozlemlerime göre şöyle bir durum oluyor. Enerji çalışmaları beynin sağ lobu ile alakalı – yaratıcı, vizyoner, duyusal, feminen taraf. Sağ taraf aktive olurken, sol taraf geride kalırsa bir süre sonra verim düşüyor. Yani beynin sol tarafını da beslemek gerekiyor, analitik, detaycı, erkek, akılcı tarafı. O yüzden enerji çalışmaları yaparken konu ile ilgili bilgi sahibi olmak ve araştırmak tamamlayıcı ve verimi arttırıcı bir etken oluyor. Bir de enerji çalışması yapan kişinin bilgisi, deneyimi çok çok onemli, aynı terapist danışmanda olduğu gibi. Bazen aksi tesirler de yapabiliyor.
  

Son olarak, kime, kimin veya neyin iyi geleceği tamamen kişisel, öznel bir durumdur. Bazen çok tanınmış bir doktor yardımcı olamazken, okuduğunuz bir kitap veya seyrettiğiniz bir film sizin farkındalığınızı bambaşka bir boyuta taşıyabilir. Neticede kendi hayatınızla ilgili en iyiyi yine kendiniz bilirsiniz. Danışman, doktor, uzman, yöntem, metod konularında kendi iç sesinize güvenin, deneme yapıp gerekirse değişiklik yapmak konusunda tereddüt etmeyin. Kesinlikle ayıp olur gibi toplumsal normlara bakmayın.  “Kaçmak” olarak değerlendirilse bile belki de o an ihtiyacınız olan odur.  Ancak güvendiğiniz danışana da tam güvenin, terapi sürecinde inişler, çıkışlar yaşamak çok doğaldır, bu dönemlerde de sabretmek ve devamlılık sağlığın anahtarlarından birisidir.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Kader - Yaşam kontratımız var mı?


Yaşam nedir? Neden doğarız, neden ölürüz? Hayat misyonumuz nedir? Kader nedir? Kadere, kaderimize müdahale şansımız var mı?
Tree of Life by Tim Biskup

Eminim ki yukardaki soruları bazılarınız sürekli, bazılarınız ise yaşamları boyunca en az bir kere kendilerine sormuşlardır. Cevapları ise... Bazılarınız bulmuş, bazılarınız bulduğunu zannetmiş ancak büyük bir çoğunluk ise düşünmemeye çalışarak yaşamın onlara sunduğu acı tatlı olaylarla yuvarlanıp gitmiştir. Aslında genellikle mutlu, neşeli olduğumuz dönemlerde sormayız da, başımıza beklenmedik, bizi sarsan, yaralayan olaylar geldiğinde düşünmeye başlarız...

Ben bu soruları çok kereler sordum ve pek çok öğretiyi araştırarak cevaplar bulmak için çabaladım. Kendimce bir sentez yarattım, bir takım cevaplar verebiliyorum. Ancak bu cevaplar şimdi için geçerli, yarın ne olacağını bilemem...

Bu dünyaya bir amaç için geliyoruz, belirli bir misyonumuz var. Ancak bu misyon somut bir hedef değil. Belirli bir mevkiye yükselmek, para kazanmak, aile kurmak, çocuk sahibi olmak veya mükemmel sağlığa, bedene sahip olmak, vs gibi hedefler yaşam kontratımıza bir zemin, bir araç olurlar. Gerçekleştirmemiz gereken, sembolik olarak yaşam amacımızı bulmak ve dünyevi araçların onu anlamaya, geliştirmeye hizmet ettiğini kabul etmektir. Dışsal şartlarımızın değişmesi (örneğin, iflas etmek, işten çıkartılmak, boşanmak, hastalanmak vs gibi bize yön değiştirten olaylar)  aslında misyonumuzu tamamlayıcı durumlardır. Dolayısıyla, insanın kendini dünyadan kopartması, yapması gerekenleri inkar ederek inzivaya çekilmesi veya içinde yaşadığı toplumdan kaçması aslında misyonuna, doğum amacına ters düşen bir hareket olur. Biocognition konusunda dünyaca tanınan Dr. Mario Martinez’de şöyle söylüyor, “Only the society that you were born into, can heal you!” (“Sadece içinde doğduğun toplumda/ortamda şifa bulabilirsin!”)

Bir misyonumuz, yaşam kontratımız olduğunu kabullendiğimizde, hemen ardından ikinci sorumuzu soruyoruz, bu kontrat nedir? Yaşam boyunca karşımıza pek çok seçenekler, yollar çıkıyor, neden? Eğer amaç misyonu gerçekleştirmek ise, neden sadece bir yolda ilerleyebilecek şekilde bir düzenek yok?

Kişinin misyonunu tanımlayıp, onun gereklerini yapması yaşam amacıdır. Ancak pek çoğumuz için, bu misyonu tanımlamak da bir yaşam amacı olabilir ki bu dönemin insanlığı da belki bu konuda sınanıyordur. Belirli bir somut amaç uğruna mücadele etmeyi insanlık çok başarılı bir şekilde öğrendi, belki de artık devir benliğin misyonunu bulmak için çabalamaktır...

Kader kelimesine sözlükte bakarsanız, başka kelimelerle de ifade edildiğini göreceksiniz. Örneğin, takdir, kısmet, mukadderat, alın yazısı, ... Benim dikkatimi çeken tüm bu kelimelerin benzer bir anlam içermesi, kadere müdahale edilemeyeceği şeklinde bir ifadeleri var. Başımıza ne gelirse yaşamak, çekmek mi zorundayız? Bir depreme, trafik kazasına veya piyangodan büyük ikramiye çıkmasına müdahale edebilir miyiz? Hayır... Peki hangi noktalarda kişisel seçimlerimiz, irademiz olabilir? 

Bu arada bazıları diyor ki aslında özgür irade yok, herşey önceden yazılı... Buna inandığınız zaman arkasından şu soruyu sormaz mısınız? “Öyleyse neden dünyaya geldim ki? Ben – her ne şekilde isimlendirirseniz isimlendirin - Tanrı, Evren, İlahi Güç, Allah’ın bir kuklası mıyım? Aksi taktirde beni nasıl sınayacak ki?” Özgür irademizin olmayışını ben kabul etmiyorum… Özgür irademiz sonsuz potansiyelimizi nasıl kullanacağımızdır. Ağacımızda hangi dalda olursak olalım, onu yorumlayış ve kullanış şeklimizdir.

Bu noktada ingilizcedeki iki kelime devreye giriyor, “fate” ve “destiny”! Caroline Myss’e göre fate, başımıza gelen olaylar, kişisel irademiz dışında yaşadıklarımız. Destiny ise yaşadıklarımızı yorumlayarak, onlara olan bakış açımızı seçerek, kendimize seçtiğimiz yol, ki bu yol kişisel irademizle şekilleniyor.

(Bu iki kelimeye Türkçe de ayrı kelimeler bulamadığım için ingilizce kullanmaya devam edeceğim. Toplumların bakış açılarının kullanıkları dile, kelimelere yansıması ne kadar çarpıcı. Türkçe'de - en azından günlük kullandığımızda, belki eski Türkçe çok derin anlamlı başka kelimeler vardır, ben bilmiyorum - başa gelen çekilir manasında kelimeler varken, ingilizce de kişisel gücümüzü de anlatan kelimeler var, kıskanmamak elde değil!)

Ağaç sembolü hemen hemen tüm spritüel ekollerde kullanılır. Yaşam serüveninizi bir ağaca benzetirseniz, kader, yaşam misyonu gibi kavramları anlamak daha kolay olabiliyor. Doğum anınızda ağacın dibindesiniz ve bir müddet seçim şansınız yok, ailenize, çevrenize mecbursunuz. Ancak büyüdükçe yol ayrılımlarına geliyorsunuz. Sağdaki dala mı kaysanız, soldakine mi? Fate dediğimiz noktalar kişisel seçim yapamayacağımız yol ayrılımları, öyle bir olay yaşıyorsunuz ki bir tercih yapamıyorsunuz (ör. doğal afetler, kazalar, piyangolar, vs) . Destiny ise sizin özgür iradenizle yapacağınız seçimler ki fate olaylarını yorumlama biçimimiz de buna dahil. İlla kötü düşünmemek lazım, pozitif olaylar da bu bakış açısına dahil. Örneğin, doğuştan müziğe yeteneğiniz var, bu fate'tir. Bu yeteneğinizi nasıl değerlendireceğiniz ise destiny'dir. Evde çocuklarınızla, arkadaşlarınızla paylaşabilirsiniz veya sahnelere çıkabilirsiniz veya müzik öğretmeni olup başkalarına öğretebilirsiniz...

Başka bir örnek ise herkesin tanıdığı Julio Iglesias ile ilgilidir. Gençliğinde futbol oynadığını pek az kimse hatırlar, Real Madrid'de kaleciymiş. Bir gün çok kötü sakatlanıyor, araba kazasında omurgası eziliyor ve tekrar normal yürümesinin bile çok zor olduğu söylenir. "Vay ben ne kadersizim, kariyerim, hayatım bitti" diye kendine acımak yerine, Iglesias hırslanır, doktorları şaşırtan bir hızda ve iyilikte iyileşir. İyileşme döneminde, ellerini çalıştırsın diye hediye edilen gitar sayesinde ise müzik yeteneğini keşfeder! Yaşam kontratını düşünürsek meşhur olmak, kitlelerce tanınmak kaderinde yazılıydı ancak hangi yolla olacağı sınandı ve o sınavı geçti. Sony Music Entertainment'a göre tüm zamanların en çok satan ilk 15 sanatçısından biridir. (Kaynak wikipedia

Özetlemek gerekirse, hayata gözlerimizi açarken bir planı da beraberimizde getiriyoruz. Bazılarının dediği gibi bu tamamen en detayına kadar yazılmış bir plan ancak tek seçenekten oluşmuyor. Pekçok farklı kombinasyonu var, bizim yapmamız gereken ise elimize gelen kartlarla en iyi oyunu oynamak ve en yüksek skoru elde etmek (ki bu skor tanımlaması da kişiden kişiye değişiyor). Tekrar ağaç örneğimize dönersek, belki bir kişi için en yüksek dala tırmanmak onun amacı olurken, başka bir kişi içinde en fazla meyva içeren dalı bulmak olabilir... Bir dalın çatırdamaya başladığını hissederseniz ne yaparsınız? Hemen en kısa sürede başka bir dala mı geçmeye çalışırsınız yoksa beklermisiniz ki dal kopsun ve siz de yere düşün. Hadi düştünüz diyelim, olduğunuz yerde kalır, ağlar, birisi size kaldırsın diye bekler misiniz yoksa tekrar ağaca tırmanmaya mi başlarsınız?

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Kütüphanen seni anlatıyor!

Geçen hafta blogumu yazıp yayınladıktan sonra inanılmaz bir hafiflik hissettim. Feng Shui dedikleri bu olsa gerek ;)) Kendime verdiğim sözü de tutuyorum, şimdi pazartesi gecesi saat 21:32. Blogumla ilgilenmeye tam bir saat önce başladım, eklemek için resim çektim, kafamda yazacaklarımı düzene koydum. Aslında son 3 gündür düşünüyorum, kendime gülerek...

Geçen hafta uzun zamandır ertelediğim başka bir konuya el attım, salondaki kütüphanemi toplamak! Görünüşte topluydu ama kitaplar karışıktı, aradığımı bulamıyordum, öbek öbek kağıt yığınları vardı, muhtelif kutularda (genellikle şık ayakkabı kutuları) toplanmış, aynı soyağacından bile olmayan eşyalar vardı.... Kişisel olarak ortalık dağınıklığı beni çok rahatsız etmez, ancak dolapların, çekmecelerin vs çok organize olması lazım. Ancak "mükemmel" sistemi bulana kadar da düzenleme yapmam, beni anlayanlarınız olacaktır, farklı bir üşütüklük hali :)

Kütüphaneyi toplamaya kalkınca ilk önce bazı kitapların yerlerini değiştirmeye başladım. Bunun için de bir kucak dolusu kitabı koltuğun üstüne koydum. Kafamdaki bir kategori ilk seçtiğim rafa sığmayınca tekrar onları oradan alıp yere koydum, başka raf boşalttım ve .... birden fenalık bastı ve .... herşeyi bırakıp hiçbirşey olmamış gibi televizyon seyretmeye başladım. Tam 24 saat ellemedim bir daha. Evdekilere de o alana yaklaşmalarını yasakladım.

Ertesi gün tekrar düzenleme işine teşebbüs ettim ama yine başarısız oldum. Mesela aynı yayınevinden olanları grupladım (Can yayınları bembeyaz çok hoş duruyordu) ancak konuları birbiriyle uyuşmadı. Bir de mevcut kütüphanem salonda duruyor, eve gelen herkes görüyor, gelenlerin dikkatini çekmesini istemediklerimi aşağılara, kapalı kapakların ardında, "nötr" veya "genel kabul gören" veya "saygın" kitapları daha görünür yerlere koymayı düşündüm. Bu arada kütüphanemin salonda oluşu beni çok rahatsız ediyor, sanki herkesin karşısında çıplak duruyormuşum gibi hissettiriyor... O an tekrar fenalık bastı ve tekrar herşeyi bıraktım. Elime kağıt kalem aldım, bir kategori listesi yapmaya koyuldum.


3. güne geldiğimde kendimi hazır hissettim ve tıkır tıkır yerleştirmeye başladım. Bu arada yukardaki resimden görebileceğiniz gibi binlerce kitabım da yok, kişisel gelişim ile ilgili olanların çoğu işyerimde duruyor. Ancak kitap sayısı binlerce de olsa aynı süreç yaşanırdı muhtemelen. Esas önemli olan bu kitapları boş vakitlerimde, zevkle okumak için almış olmam! Kategorilere ayırınca, elimden geldiğince bir yazarın kitaplarını da yanyana koymaya çalıştım. İş bitince kendimle ilgili enteresan noktaları tekrar hatırlama fırsatı buldum. Hayatımı önceliklendirmede çok yardımcı olacak noktalar:

  1. Türk ve yabancı yazarları ayırınca Türk yazarların kitaplarının sayısının azlığına üzüldüm. Daha fazla Türk yazar okumaya çalışacağım ancak bir kitapçıya gidince de aynı oranı görmüyor muyuz? Görsel, sosyal medya derken kitaplar iyice hayatımızdan çıkıyor galiba, ancak yurt dışında kitap okuma alışkanlığını o mecralara da taşıyorlar. İnternette gezinince www.goodread.com www.librarything.com gibi paylaşımların yapıldığı bir sürü site buldum. Evdeki kitaplarınızın online listesini bile orada tutabiliyorsunuz.
  2. Kütüphaneyi toplama süreci benim bir işi nasıl yaptığımı hatırlattı bana. Aklıma gelen fikri HEMEN uygulamaya başlıyorum, yoksa o ilham uçuyor. Ortalığı biraz dağıtıp, geri çekiliyorum. Araştırma yapıyorum. En iyiyi planlamaya çalışıyorum. Sonra tekrar harekete geçip işi bitiriyorum. Mikro düzeyde farkettiğim bu süreç, makro seviyede hayatımdaki bazı konuları gözden geçirmeme yardımcı oldu. Her iş kendi vadesinde tamamlanır, bilfiil onun üstünde çalışmıyor olmam, arka planda onu tasarlamıyorum demek değildir. Suçluluk hissettiğim bazı bitmemiş işler için enerjim değişti, rahatladım, sabırla vadelerini beklemeye başladım. 
  3. En çok hangi yazarın kitabı varmış inanamazsınız, Osman Aysu! Belki çoğunuz bilmiyordur, kendisi polisiye roman yazıyor. Tam 17 kitabını buldum evde!! Sevdiğim yazarların kitaplarını incelemeden satın alırım ama buna çok şaşırdım. Ondan sonra 14 kitapla Wilbur Smith takip ediyor, Afrika maceraları yazarı... Sonra bir sürü Mısır'da geçen kitaplar. Harry Potter ve Yüzüklerin Efendisi serileri de baş köşede... Kendimle ilgili çok iyi olduğum bir yönümü hatırladım, ben de bir dedektifim. Her konuda, insanın duyguları dahil, süper iz sürüp, bulmaca parçalarını birleştiriyorum. Doğa üstü konuları seviyorum. Seyahat her zaman önceliğim oldu, müze gezmek değil, dünyanın farklı coğrafyalarına gitmek. Afrika ve Mısır ise kendi regresyon seanslarımda hep gittiğim ülkeler oldu. Hayatımı önceliklendirirken bunlara da dikkat edeceğim. 
  4. Oraya buraya saçılmış resim malzemeleri buldum, özellikle Mandala kitapları. (Bir gün sadece mandala anlatırım) Mandala yapmayı ve boyamayı da tekrar hayatıma dahil etmeliyim. 
Bu yazı biraz uzun oldu ancak hayatımın akışını değiştiren bir olayı anlatmadan bitiremeyeceğim. Boğaziçi Üniversite'sini bitirdikten sonra Amerika'ya MBA (işletme mastırı) yapmaya gitmiştim. Meslek olarak ne yapmak istediğimi tam bilemediğimden, MBA herşeye uyar diye düşünmüştüm. İlk sene bitince yaz tatilinde Amerikalı bir arkadaşım beni ziyarete geldi ve onu vapurla Anadolu Kavağına götürdüm. Tam dönüş vapuruna binerken gözüme gazeteci çarptı ve dergi almak için gittim. Bir moda dergisi ve BYTE dergisi (o yıllarda tek bir dergi tüm bilgisayar teknolojisini anlatabilirdi) aldım. Arkadaşım (Samira) dehşete düştü, "bu güzel ortamda bu sıkıcı dergiyi mi okuyacaksın?" dedi. Ben de onun, benim hakkımda ne gördüğünü gördüm, çok şaşırdım. Sonra benimle ciddi bir konuşma yaptı, "bu dergiyi zevk için alıyorsan MIS (Management Information Systems - Bilişim Teknolojileri Yönetimi) mastırına başvurup çift anadal yapmalısın" dedi. Aklımdan bile geçmeyen bir programdı! Okulların açılmasına 2 hafta vardı ve kayıtlar çoktan kapanmıştı. Bana zorla yaşadığımız deneyimi anlatan bir başvuru mektubu yazdırttı, okula yolladık. Kayıt bölümü o kadar etkilenmiş ki sekreter elden mektubumu hocalara göstermiş. Amerika'da dönünce bölüme kaydımı yapmam için bir davetiye buldum - sene 1994. Bölümdeki diğer öğrenciler bu hikayeye inanmadı, torpilim var sandılar. Kaderimdeki dönüm noktalarından birisi oldu Anadolu Kavağı'ndaki Byte dergisini almam...

Kendinizi sorguladığınız bir dönemdeyseniz siz de kütüphanenizi elden geçirin... Belki unuttuğunuz, ihmal ettiğiniz bir yönünüzü hatırlarsınız belki de yepyeni bir güzellik görürsünüz...

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Damlaların Sürekliliği

Taşı delen suyun kuvveti değil, damlaların sürekliliğidir!


Sabah bu sözle uyandım. Kimin söylediğini bulmak için biraz araştırdım ancak pek çok kişi sözü kullanmasına rağmen bulamadım. Malesef "biz Türkler ;)" referanslı alıntı yapmayı pek sevmiyoruz. Ardından sözü birkaç faklı şekilde ingilizceye çevirerek aradım. İnternet müthiş bir araç! Sözü MÖ 99-55 senelerinde yaşamış Romalı şair Lucretius'un söylediğini buldum. Lucretius,  De Rerum Natura (On the Nature of Things - Doğa Üzerine) isimli müthiş bir eser ortaya koymuş (wikipedia). Araştırırken baktım kendimi kaptırıyorum, bloga geri döndüm, ancak sonra onu okumaya devam edeceğim. (Bu arada türkçe sitelerin çoğunda aynı bilgi var, bir kaynak yazıyor, herkes ondan kopyalamış ve şair hakkında ilk cümlede çıldırırarak intihar ettiği bilgisi yer alıyor! Bu davranış modelini ve bakış açısını incelemek için ömür yetmez herhalde...)

Neden bu cümle ile uyandım? (İç sesimiz, içsel bilgeliğimiz hafif trans halindeyken bizimle çok güçlü bir şekilde konuşur, ve uykunun az öncesi ile az sonrası mükemmel bir zamandır bize ulaşması için.) Yapmam gereken ne vardı? Birden blogum neon ışıklarıyla gözümün önünde canlandı!! Heyecanla, hevesle başladığım ancak başka öncelikler nedeniyle ihmal ettiğim blogum!

Bir yandan kendimi eleştirip, hırpalarken (önceliklerini belirleyemiyorsun, zaman yönetimin zayıf, tembellik ediyorsun, başkalarının eleştirilerine fazla önem veriyorsun, vs vs) bir yandan da sorumluluktan kaçmak için kurban temasını hissettim (kaç kişi okuyor ki yazsan ne yazar yazmasan ne yazar, daha önce söylememiş bir şey yazmıyorsun ki, senden kat be kat güzel yazan bir sürü insan var, vs vs).

Birden durdum. Hem yukardaki patern, davranış modeli hem de taahhüt-süzlük  teması çok tanıdık geldi. Etrafımda aynı konudan muzdarip o kadar çok insan var ki. Konular binbir çeşit olabiliyor ancak tema aynı. Düşününce iki ana neden buldum:

  1.  Bazı alanlarda gerek yeteneğimiz gerekse istikrar ve azmimiz sayesinde başarılı oluyoruz, özgüvenimiz artıyor. Artan özgüven, şişmiş egoya dönüşünce "ben herşeyi yaparım" havasına giriyoruz ve gereğinden fazla karpuz taşımaya kalkıyoruz. Bu sefer ya herşeyi yarım yamalak yapmaya başlıyoruz ya da söz verip de tutamadığımız işler birikmeye başlıyor. Bu işleri yapmasak da enerjileri bizi yiyor, yukarda örneklerini verdiğim negatif duygular ortaya çıkıyor. Tam doğru yaptıklarımız da etkilenmeye başlıyor. Hele gereksiz bir gurur ile vazgeçmeyi de kabullenmiyorsak, işin sonu depresyona varıp, öz değerimizi zedeliyor.
  2. Toplum olarak ezileni, hor görüleni, düşeni sevdiğimiz halde, başarılı olanları değil takdir etmek, bir taş da biz atıyoruz. İstikrarı, azmi cesaretlendirmek, ödüllendirmek bizi bozar ;) Arkadaşımız kek mi yapıp satmaya karar verdi, tadına bakıp nasıl daha lezzetli olabileceği konusunda ahkam keseriz veya ondan satın almak yerine başka yerden alırız. Birisi seneler sonra okula dönmeye mi karar verdi, bu saatten sonra alim mi olucan diye yüreklendiririz! Uzun süredir kilo vermeye çalışan arkadaşımız üzüntüsünü çikolata ile mi bastırdı, bu da geçer hadi gel salatamızı yiyelim mi deriz yoksa bu kilolar sana yakışıyor, boşver yemene mi bak deriz? Veya arkadaşımız blog yazmaya başladı, bana birkaç defa email atarak haber verdi, değil tebrik etmek, okumaya öncelik vermeyi bile ihmal mi ederiz?
Anlayacağınız üzere her iki neden de bana uyuyor :) Nasıl çözerim diye düşündüm. İkinci madde için kendi kendime gaz vermekten başka birşey elimden gelmez, milleti zorla okutup sınav yapacak halim yok :) ilk madde için ise takvimimde belirli bir yer ayırmaya karar verdim. Danışanlarıma verdiğim randevu gibi kendime randevu veriyorum, iki opsiyonlu, birini kaçırırsam diğerini yakalamak için. Haftalık. İlk randevum pazartesi 21:30 - 23:00 arası. İkincisi ise salı 9:30 - 11:00. Blogumu takip edip okuyanlara duyurulur :)



28 Şubat 2012 Salı

Küçük Ruh'un Hikayesi


Aşağıdaki hikaye Ayna Teorisi'ni çok güzel anlatıyor, daha önce okuduysanız bile zaman zaman tekrar okumak çok iyi geliyor...Önce hikayeyi sonra da bizi bize anlatan insanları ve onları nasıl yorumlayacağımızı paylaşacağım...



Günün birinde küçük Ruh heyecan içinde Tanrı'ya gider ve ona "Ben kim olduğumu biliyorum" der.
Tanrı; "Peki sen kimsin?" der.

Küçük Ruh "Ben ışığım" der. Ve Tanrı "Doğru sen IŞIKSIN!" der.

Küçük Ruh bir an düşünür ve "Ama ben ışık OLMAK istiyorum" der." Işık olduğumu biliyorum ama Işık olmayı kendim deneyimlemek istiyorum. Kendi deneyimlerimle bilmek istiyorum." der.

Tanrı" Oh anladım, sen halihazırda olduğun şeyi deneyimlemek istiyorsun." der.

Küçük Ruh "Evet istediğim budur, kendimi ışık deneyimlemek istiyorum-sadece bilmek yetmiyor. Işık olmayı yaşamak istiyorum."

"Bunu anlayabiliyorum." der Tanrı, "Ancak bu zor bir iş. Çünkü yarattığım Işıktan başka bir şey yok ortada, ve senin ışığın güneşin içindeki bir mum gibi, sen orada milyarlarca ve milyarlarca başka mumların arasındasın ve hepiniz birlikte güneşi oluşturuyorsunuz. Bu mumlardan bir tanesi dahi olmazsa güneş de olmaz. Işıkların arasında ışığını fark etmek istiyorsan bu oldukça karışık bir bilmece."

"İyi ama sen Tanrı 'sın, bir çözüm bulursun" der küçük Ruh.

"Düşündüm ve buldum" der Tanrı bir süre sonra. "Kendini ışıkların içinde bir ışık olarak fark etmen imkansız olduğuna göre, seni olmadığın bir şeyle kuşatacağız ve bunun adını karanlık koyacağız. Seni senin tam zıddın olan bir şeyle sararak ne kadar parlak bir ışık olduğunu deneyimlemeni sağlayacağız."

Küçük Ruh "Tamam ben karanlığı getirmeye razıyım, böylece Işık olabileceğim." der. 

Tanrı "Bunu senin için istedim. Seni karanlıkla kuşatacağım ama kendini kuşatılmış bulduğun an yumruğunu kaldırıp göklere küfretme, sadece karanlığı aydınlatan bir ışık ol ki dokunduğun yaşamların hepsi de senin ne olduğunu bilebilsinler. İnsanların önünde parlamalısın ki onlar da kendi ışıklarının yansımalarını görebilsinler." der.

"Bunu sahip olduğun ilahi özelliklerin herhangi biri ile yapabilirsin. Şimdi yaşam formunun ucunda iken 'Ruh Amacı' olarak seçtiğin ve yaşamlar boyunca seçmeye devam edeceğin özelliklerimden birini dikkatlice seç. İyi ve akıllı bir seçim yap."
Küçük Ruh büyük bir heyecanla "Yani önümdeki yaşam için Mutluluk, Neşe, Akıl, Barış, Sevgi yada başka birşey olabilir miyim?" diye sorar.

"Haklısın" der Tanrı.

"Seçtim" diye bağırır küçük Ruh, "Bağışlamayı deneyimlemek istiyorum."

Tanrı "Evet bu senin için büyük bir gün, Bağışlama olmayı seçtin ve olacaksın. Yalnız bir sorun var, ortada bağışlanacak kimse yok."

"Hiç kimse yok mu?" der küçük Ruh.

"Etrafına bir bak. Senden daha az mükemmel, daha az parlak kimse görüyor musun? "Küçük Ruh döner ve evrenin dört bir yanından olan biteni seyretmeye gelen diğer Ruhlara bakar. Tek görebildiği hepsinin de en az kendi kadar mükemmel, parlak ve büyük olduğudur.

"O zaman ben kimi bağışlayacağım? Benden daha az mükemmel bir varlık yoksa ortada ben mükemmelliği nasıl deneyimleyeceğim? diye sorar. 

Tam o sırada bir Ruh kalabalığın önüne çıkar dostça. "Üzülme beni bağışlayabilirsin. "der.
Küçük Ruh "Sen kimsin" der.

Dost Ruh "Ben kalabalığın içinden herhangi biriyim, sadece bir adım öne çıkmayı seçtim. Sana önündeki yaşam süreci içinde bağışlanacak birisini temin edeceğim, sana öyle birşey yapacağım ki sen de bağışlamayı deneyimleyeceksin."

"Ne, ne yapacaksın? Nasıl yapacaksın? diye sorar küçük Ruh heyecan içinde.

"Neden bunu yapacaksın? Sen de en az benim olduğum gibi tam bir güzelliksin, ışığın parlak kişiliğinin simgesi olarak parıldarken neden böyle birşey yapasın ki? Titreşimlerinin hızı sana öyle bir parlaklık kazandırıyor ki gözlerimi kamaştırıyorsun. Bu titreşim düzeyini yavaşlatmak istemeni anlayamıyorum. Böyle korkunç birseyi yaparak kendini niye ağırlaştırasın ki?

"Çünkü" der dost Ruh "Bunu yapacağım, çünkü seni seviyorum. Öyle şaşırmış bakma bana...Hatırlamıyor musun sen de benim için aynısını yapmıştın. Bu kadar çabuk mu unuttun? Hatırlasana seninle herşey olduk. Yukarısına da çıktık, aşağısına da indik, soluna sağına, öncesine sonrasına gittik. Herşeyin iyi ve kötü yanları olduk. Her ikimiz de bir diğerimiz için bir diğer yani oluşturduk. Mutlaka hatırlarsın sen benim katilim, ben de senin katilin olmadık mı? Evet bir noktada haklısın. Titreşimimi senin tanımladığın şekilde düşürmek hiç de kolay olmayacak, ama olsun, ben de senden bir başka yaşam süreci için benzer birsey isterim....yeter ki sen bağışlama olabil.

"Ne istersen yaparım" der küçük Ruh "Kendimin ne olduğunu deneyimlemek için ne gerekirse yaparım. Söyle karşılığında ne istiyorsun.

Dost Ruh şöyle der "Sana vursam da, yüzüne tükürsem de, sana olabilecek en büyük kötülüğü yapsam da, aynı anda gerçekten KiM olduğumu anımsa. Eğer beni şimdi olduğu gibi unutursan, bende kendimi hatırlayamam. Daha da kötüsü sende kim olduğunu unutursan bize bunu hatırlatacak bir üçüncüye ihtiyaç duyarız.....
                           
Neale Donald Walsch

11 Şubat 2012 Cumartesi

Duyguların Rengi (The Help)

Bayağı uzun zaman oldu yazmayalı. Sömestr tatili, kar tatili ile çakışınca çocukları eğlendirmek başlıbaşına bir iş oldu ;) Gecen hafta da uzun zamandır peşinde olduğun bir proje pat diye karşıma çıktı ve onunla uğraştım. Tam "secret" olayı oldu... Ancak nasıl bir hayat dönemeci olduğunu tam olarak gerçekleşince paylaşacağım...


Ne kadar yorgun olursam olayım, uykuya dalmadan önce mutlaka kitap okumam gerekir. Kitap beni günlük sorunlardan, meselelerden uzaklaştırır, başka bir dünyaya götürür. O dünyayı keşfederken de güzelce uykuya dalarım. Tabi evrende "tesadüf" diye bir şey olmadığından, elimde olan kitap o anda tam da benim ihtiyacım olandır. Öğretir, keşfettirir, hatırlatır....Son 3 gündür okuğum bir kitap da beni yine aldı götürdü...


Kitabın adı "The Help". Tavsiyesine güvendiğim arkadaşım Funda çok methetti. Ingilizcesi onda varmış verdi. Aslında Türkçe de okuyabilirdim ancak incelediğimde orijinalinde o dönemin zencilerinin konuşma şekli de yansıtıldığı için onu tercih ettim.


Kitap 1960'ların başında Jackson, Mississipi'de geçiyor. Zenciler, beyaz ailelerin yanında hizmetli olarak çalışıyorlar. Kölelik 2 nesil önce bitmiş ancak ırk ayrımcılığı hala çok. Giriş teması "Hizmetlinle aynı tuvaleti paylaşmak istemiyorsun ama ona çocuğunu emanet ediyorsun!" Kitabı henüz okumayanlar için detayına girmeyeceğim, çok özetle, zenciler için evlerde aynı tuvalet olması kampanyası başlatılmak isteniyor, olayların gelişimiyle de bir beyazın yardımıyla zenci hizmetliler hikayelerini kitaplaştırmaya karar veriyorlar... Tahmin edebileceğiniz gibi kitap basılıyor ve herkes okuyor. İşin ironik tarafı, okuyanların bazıları kendi hayatlarının anlatıldığının farkına bile varmıyorlar! Öyle bir cam fanusda yaşıyorlar ki...


Kitabı bitirdikten sonra iki farklı konu düşündürdü beni. Birincisi aradan 50 sene geçmiş olsa da, hatta Amerika'nın başkanı zenci birisi seçilse de insanlar değişmiyor. Belki renklere göre ayrımcılık eskisi kadar yok ancak sınıf farkı hala var ve malesef hep olacak. 


En basitinden tuvalet konusu. Bizim ülkemizde, büyük şehirlerde belirli bir kesimin evinde devamlı, hatta yatılı yardımcı kişiler var. Çoğu kişinin yardımcılarıyla aynı tuvaleti paylaşmak istemediklerini ben biliyorum. Evler o şekilde yapılıyor "hizmetli tuvaleti" gururla gösteriliyor. Bu kitabı okuyana kadar ben de bu tuvaletlerin ne anlama geldiğini anlayamamışım. Şimdi düşünüyorum da başta tuvalet olmak üzere başka ne gibi ayrımcılıklar yapıyoruz acaba? Gece yarısı uyanan çocuğumuzu koynuna almasına ses çıkarmıyoruz da aynı tuvaleti kullanmak mı ağrımıza gidiyor veya bizde olmayıp da onda olan mikroplardan mı koruyoruz kendimizi? Veya da tuvalet eğitiminin tam olmadığını düşünüp, heryeri pisleteceğinden mi çekiniyoruz??? (Bu arada benim oturduğum evlerle ayrı hizmetli tuvaleti yoktu ama bu şimdiki farkındalığıma kadar istemedim anlamı da gelmez)


Sınıf ayrımcılığı şirketlerde, devlet kademelerınde her yerde var. Özel yemek salonları, dinlenme yerleri, park yerleri... Ne yaparsak yapalım dünya döndükçe devam edecek herhalde...


Bu kitabın bana hatırlattığı başka bir konu ise Amerikalıların öz eleştiri yapabilme, bir şekilde özür dileyebilme becerileri. Medya ile duygu sömürüsünü enaz bizim kadar yapıyorlar ancak çoğu zaman bir şekilde konudan ders çıkartarak, programları pozitif sonlandırıp, kendilerini büyütücü bir deneyim haline dönüştürmeyi beceriyorlar. Dikkat ederseniz Amerikan dizileri hep öyle. Oprah, 25 senelik şovunda çok dramatik konular işledi (son senelerini iyi takip ettim) çok acılar anlattı ancak hep sonunu "umut" ile kapattı. Medya'nın tüm mesajlarının bu şekilde olması sizce toplumu nasıl etkiler? Ağdalı melodramalarda boğulmak yerine, her şerde bir hayır vardır duygusuna getirmek? Ne kadar dibe vurulursa vurulsun hep bir çıkış yolu vardır hissi insana kendini iyi hissettirmez mi? Mucizelere inanıp kendi mucizelerini yaratmaya çalışmazlar mı? Amerikalıların herşeyini eleştirebiliriz ancak sırf bu bakış açıları onları affettirmez mi?


(Bu arada kitaba bayıldım, mutlaka okuyun, filmi de çekilmiş ama kitabın hissini verir mi bilmem?)

24 Ocak 2012 Salı

Steve Jobs'un düşündürdükleri

93 senesinde Boston'a master için gittiğimin ilk haftasında kendime bir bilgisayar almam gerektiğini anlamıştım. Boğaziçi'nde geçen 4 seneyi bilgisayara çok az dokunarak idare etmiştim, pascal programlama dersi dahil. Kimsenin bir beklentisi de yoktu. Ancak Amerika öyle bir dünya ki hiç aklınıza gelmeyen şeylere ihtiyacınız olduğunu hissettiriyor.


Ben de acaba ne alsam diye diğer öğrencilere sordum. Bilgili olduğu belli olan fransız arkadaşım Albert şu soruyu sordu:" bir PC (personal computer - kişisel bilgisayar ) mi yoksa Mac mi istiyorsun?" Cevabım onu çok şaşırtmıştı: "Aralarındaki fark nedir?" Herhalde uzaydan geldiğimi düşünmüş olmalı... Bana uzun uzun anlatmaya başladı, onun susturdum, kendisinin ne alacağını sordum. Bana Gateway marka, katalogdan satılan bir PC alacağını söyledi. Ben de gidip aynısından aldım!


O günden sonra hep PC kullandım, Apple'dan kendime sadece bir ipod klasik alıp tum cd'lerimi oraya kopyaladım. Ara sıra Mac bilgisayarlar çok iyi diye duyardım ama kendi içlerine kapalı olması garip bir şekilde korkuturdu, satın almak istemedim. Sanki o yola girersem bir daha çıkamam ve etrafımdakilerle de iletişimim kesilirdi...Daha sonra anneme iphone aldık. Kızıma ipod touch aldım. Tablet alırken de kendime android Xoom aldım, annemle babama ise ipad, kolay kullansınlar diye...


Steve Jobs'ı ise meşhur Stanford mezuniyet konuşması ile tanıdım sonra da pankreas kanseri olup da yaşamaya devam etmesi ilgimi çekti. Pankreas kanseri genellikle geç farkedildiği için kurtulma yüzdesi çok düşüktür. Pankreas "yaşamın tadını" temsil ediyor, The New Medecin of Dr Hamer'e göre. Kanser ise derin öfke ve üzüntü...Mona Lisa Schulz'a göre de yaşam amacının kaybı. Ancak malesef tüm imkanlara rağmen Jobs 7 sene dayanabildi.


Walter Isaacson'un kaleme aldığı Steve Jobs biyografisini okudum ve hayretler içinde kaldım. Muazzam eserler yaratan birisi bu kadar mı ters, kavgacı, takıntılı, kötü konuşan, bencil, başkalarının fikirlerini çalan vs birisi olabilir? Kitabın başlarında tipik "aydınlanma" hikayesi bekliyordum. Hani insanın başına kötü birşey gelir ve kişiliği, hayata bakışı değişir. Jobs Apple'dan kovulur, kansere yakalanır tık yok. Sonuna kadar devam...


Kitabı bitirdikten sonra beni düşündüren konu şu oldu, böyle bir kişiliğe karşın neden insanlar yanında kalmışlar? Dayanamayıp kaçanlar olmuş, başta öz kızı Lisa. Ancak bayağı bir grup insan da herşeye rağmen onunla kalmış. Kendimce bazı cevaplar ürettim:

  • Aidiyet hissi: Apple'ın kendi içine kapalı olması oradakilere çok güçlü bir aidiyet hissi verdi. Bir amaç uğruna savaşanlar grubu. Komutanları çok sert olsa da geri kalan dünya ile savaşıyorlardı
  • Ego beslemesi: Jobs acımazsızca çalışanlarını kovup, fikirlerini çalabiliyordu. Ancak sürekli ben sadece en iyilerle çalışırım diyerek kalanların egolarını da okşuyordu. Hele şirket başarılı da olup iyi paralar da kazanınca pastanın kreması oldu. Müşterilerin tüm gece kapılarda beklemesı de yaratıcılara iyi gelmiş olmalı
  • Biricik olma: Herkes esşiz benzersiz bir yönünü bulmak hissetmek ister. Yaratılan ürünler bunu fazlasıyla hissettiriyordu

Genellikle kendimizi olduğumuz gibi ortaya koymaktan çekiniriz. Başkalarının yorumlarına göre davranışlarımızı törpüleriz. Kabul görmek, başarılı olmak, sayılmak, sevilmek için. Özellikle daha yolun başındayken. Yaşlar ilerledikçe "aman boşver" demeye başlarız. Ancak çoğu zaman geç kalmış oluruz. Nefret edilen işten, kocadan, karıdan, arkadaştan, okuldan, mahalleden, şehirden, ülkeden ayrılamamışızdır. Kaderimize razı olarak vademizi doldurmaya devam ederiz... Başkalarını umursamadan hayatını dolu dolu yaşayanlara dışardan "bu kadar da olmaz ki ayıp valla!!" diye söylenirken imrenerek bakarız için için ...



Eğer bir gün Mac satın alırsam, bunun tek bir sebebi olacak. Yoğun tutkuyla yaratılan bir cihazı kullanmanın bende yaratacağı hislerin merakı...

16 Ocak 2012 Pazartesi

Kağıt kalem kullanarak cevaplara ulaşmak...

Blog'uma ilgi gösteren bir arkadaşıma yazdığım cevap bu yazımı doğurdu!  Canım sıkıldıkça ve planlama dönemlerimde hep kağıt kaleme sarılmışımdır. Ancak gerçek önemini karşıma çıkan bazı seminerler ve çalışmalar gösterdi...


Bu konudaki ilk aydınlanmam 2001 senesinde katıldığım bir İK fuarında oldu. Tony Buzan konuşmacı olarak gelmişti. Kendisinin ismini ilk orada duydum. Konuşmasına gireyim mi diye düşünürken bir baktım salonda bir koşuşturmaca... O dönemin Çalışma Bakanı Yaşar Okuyan'da onu dinlemeye gelmiş. O zaman ben de gireyim dedim. İnanılmaz faydalandığım bir 45 dakika geçirdim.


Ortaokul ve liseyi Notre Dame De Sion Fransız Kız Lisesinde okudum. Fransızlar yazı yazma ve defter tutma konusunda çok titizdir. Hazırlıkta matematik işlemlerini tükenmez kalemle yapar, işlem çizgilerini cetvelle çizerdik. Defterlerimizde farklı renkli kalemler kullanma zorunluluğumuz vardı ve itinalı defteri olanın karne notu bir puan arttırılırdı. Bazılarına bu uygulamalar külfet gelirken (kibarca söyledim, başka okullarda olanlar sizin okul kafayı yemiş derlerdi :) ben severdim. Defterlere bir bakışta, neyin nerede olduğunu bulabilirdim. Halen en basit not için bile en az iki farkli kalem kullanırım...


Tony Buzan seminerinde önce not tutmak ile ilgili bilgi verdi. Eğer notu sadece tek renk kalem kullanarak yazarsanız monocolor (tek renk) olur dedi: 


Mono-color, 
Mono-tone (color kelimesi yerine tone da kullanılır, rengin tonu gibi)
Monoton


Neticede tuttuğunuz not monoton olur, genellikle de hatırınızda çok az şey kalır dedi (bu basit kelime oyununa çok şaşırmıştım!!)


Halbuki renkli kalemler kullanarak not alırsanız,  bazı cümlelerin, önemli kelimelerin altını çizerseniz veya çerçeve içine alırsanız, zihin tutulan notu resim olarak kaydediyor ve çok büyük yüzdesini aklınızda tutabiliyorsunuz diye açıkladı!


Daha sonra meşhur  zihin haritasını (mind mapping) anlattı. Belki bilmeyenleriniz vardır, mind mapping yöntemiyle beyninizin yaratıcı kısmı çalışmaya ve fikir üretmeye başlıyor. Planlamak istediğiniz veya çözümlemeniz gereken konuyu kağıdın tam ortasına yazıp, aklınıza gelen her fikri, kelimeyi, sayıyı, resmi vs vs kağıda bir dal çıkartarak ekliyorsunuz (bkz resim)




Burada, işin püf noktası renk kullanmak ve aklınıza gelenleri sansürlemeden kağıda aktarmak. Bu yöntem iş planlamalarında da çok kullanılıyor. Hatta bunun için bilgisayar programı da var. (http://www.thinkbuzan.com/intl/index/welcome)


Tony Buzan konuşmasında ruhsallığa, sezgiselliğe vs hiç değinmedi. İş camiasına hitap ederken seçilen kelimeler çok önemli olabiliyor. Ancak başka çalışmalardan öğrendiklerimle bu yöntemin aşağıdakileri de kapsadığını anladım:

  1. Kişiyi "an"a odaklayarak geçmiş travmalardan veya gelecek anksiyetesinden uzaklaştırıyor.
  2. Bilinçüstünü renklerle vs meşgul ederek, bilinçaltının kendini ifade etmesine yardımcı oluyor
  3. Bilinçaltının ifadesi de meditasyon oluyor, içimizdeki bilgelik ortaya dökülüyor...
Daha ruhsal bir kağıt kalem kullanımı için bir sonraki blog'umu bekleyin ;)

9 Ocak 2012 Pazartesi

Her Şer'de bir Hayır vardır...

Yazmak için aklıma bir sürü fikir geliyor, kafamda şekillendiriyorum, bir sürü filtreden geçmesi gerekiyor.... Herkesin okuyabileceğini ihtimal vererek, yalın ve sade ancak ilgi çekici ve ilham verici olmalı. Çok uzun olmamalı (ki kısa yazabilmenin çok daha zor olduğunu biliyorum) ancak istediğim mesajı da verebilmeliyim.Makinamın başında tek başıma, samimi laflarla yazarken de publish (yayınla) tuşuna bastığım andan itibaren siber alemde, geri dönülmez bir şekilde yer alacağını da unutmamalıyım...


Bu yazının başlığı kendimi bildim bileli benim mottom oldu. Hatta üniversite yıllığımda bir arkadaşım bile bunu yazmıştı. O zamanlar Her Şer lafını Herşey olarak biliyordum. Anlamı pek değişmese de Her Şer kelimeleri daha etkileyi oluyor derinden baktığımızda.


2001 senesinde kişisel gelişim konularında eğitimlere katılmaya başlamıştım. Bu konularda katıldığım ilk programlar Nil Gün'un çalışmalarıydı. Hayatıma adeta sihirli bir değnek dokunmuşçasına her çalışmadan, edindiğim farkındalıklardan başım dönerek çıkıyordum. Nil Gün ve eşi Saim Koç mükemmel bir program yaratmışlardı. Akla ve duygulara hitap ediyordu. Çalışmaların içeriği kadar lojistiğini de bana çok uygundu. Yoğun program ve disiplin vardı. Nil zorlayıcı (ingilizce yazsam challenging derdim) bir rehberdi. Her adımda çıtayı daha da yükseltiyordu. Tempolu bir programdı. "Çalışkan öğrencileri" de (farkındalıklarını hızlı bir şekilde aksiyona döken) ekstra severdi. Ağır hareket edenleri dürtükler, yarım bırakanlara ise pek tahammülü olmazdı. Ona çok benzerdim :)


Nil Gün'ün eğitimlerinden kısa bir süre sonra Labirent eğitimine katıldım, ilk spritüel çalışmam. İlk sabah yaklaşık 40 kişi, büyük bir otel odasında halka dizilmiş oturduk.Gözlerimizi kapatmamızı ve meditasyon yapmamızı söyledi Vernon (eğitmenimiz). Gözlerimi kapattım ve bir süre öyle durdum. Sonra hafifçe gözlerimi açtım, etrafa baktım. "Allahım bu üşütüklerin içinde ne işim var?" diye düşündüğümü hala çok net hatırlıyorum :))


Toplam 4 günlük bir eğitimdi, inatla sonuna kadar kaldım (başladığın işi yarım bırakmamalısın diye öğretmişlerdi ya). Sonuçta güzel bilgiler aldım, herhangi bir ruhsal deneyim yaşamadım ama bu konularda yeni bir dünyaya adım atmıştım. Ancak eğitimde öyle birşey oldu ki beni derinden sarstı, o andan itibaren başkalarına bakışım, onları algılayışım değişti. "Birey" kelimesinin tam olarak ne anlama geldiğini algıladım...


Eğitimin 2. veya 3. günüydü. Yine halka olarak oturuyorduk ve herkes tek tek bir çalışmasını paylaşıyordu. Karı koca orada bulunan bir çiftin kocasındaydı sıra. Erkek ayağa kalktı, herkes çalışmasını anlatmasını beklerken o söyledikleriyle adeta ortaya bir bomba attı: " Burada olmaktan nefret ediyorum. Hiç kimseden hoşlanmadım, sizden de hoşlanmadım (eğitmene söylüyor), eşimin ısrarıyla gelmiştim, bu çalışmadan sonra ayrılmak istiyorum." ŞOK ŞOK ŞOK


Ortamda iğne düşse duyulurdu, herkes nefesini tutmuştu, kafalar eğitmene döndü, tepkisini heyecanla bekliyorduk.... İçimden "eyvah kıyamet kopacak" diyordum. Kocanın eşi sessizce ağlamaya başlamıştı. Ancak o an bir mucize oldu (bence) ve eğitmenimiz son derece sakin bir sesle şunları söyledi: "Nasıl istersen... Gerçek duygularını paylaştığın için çok teşekkür ederim. Çalışmanın sonunu beklemek zorunda değilsin, hemen gidebilirsin." Bu tepkiye koca da şaşırdı ama ikiletmedi ve salondan çıktı. Sonra eğitmen eşe döndü ve şöyle söyledi: "Neden ağlıyorsun? Eğer seni utandırdığını düşünüyorsan bu olayın seninle hiç alakası yok. Bu onun süreci. Hem eğitimi bıraktı diye de düşünme, o bu kapıdan çıkınca öğrenmesi bitmiyor ki! Sen burada o dışarda olduğu sürece onun da eğitimi devam ediyor..."


Aman Allahım! Nasıl bir bakış açısıdır bu?? Bu olay bana bireyselliği, kişisel algılamamayı, hoşgörüyü gösterdi. Sadece bakış açısını değiştirerek, Şer'i Hayır'a çevirmeyi ispat etti. Sığ bakış açısı ile karı koca feci kavga edebilirdi, eğitmenin morali bozulup kendine güveni sarsılabilir ve bir daha eğitim vermemeyi seçebilirdi, diğer katılımcıların eğitime ve kendi çıkarımlarına duydukları inanç yerle bir olabilirdi. Ancak başka bir pencereden bakarak, sadece tatsız görünen bir olayı savuşturmakla kalmadık, onu ciddi bir öğretiye çevirdik... Bir de ister içinden ister dışından, her eğitimden alınacak bir ders var diye katıldığım tüm eğitimlere bir başka bakar oldum...


Her Şer'de bir Hayır var temasını Debbie Ford'un Gölgenin Sırrı kitabı mükemmel anlatmaktadır. Bu deneyimi yaşadıktan sonra bu kitabın çevrilmesinin bana önerilmesi de tesadüf olamaz herhalde? ;).




2 Ocak 2012 Pazartesi

Yeni yıl kararları ;)

Hepimize 2012 yılı hayırlı olsun! Tüm sevdiklerimizle mutlu, sağlıklı, bereketli, doyumlu bir sene geçirmemizi temenni ediyorum...


"Yeni yıl kararları" diye bir başlık son senelerde dağarcığımıza girdi. Modern dünyanın gerçeklerinden biri olan globalizasyon sayesinde başka kültürlerin geleneklerini duyar, çok da fazla araştırmadan benimser olduk. Herkesin söylediği, yazdığı, çizdiği gibi, bırakın kendi kültürümüzün güzelliklerini tanıtmak, onları bir kenara atıp, başkalarının adetlerini uygular olduk. "Yeni yıl kararları" da bunlardan sadece birisi...


Ben yabancı kültürlerin adetlerini uygulamaya karşı değilim. Bilakis bazılarını imrenerek takip ediyorum. Periyodik kutlamalar, uygulamalar insanları birbirlerine bağlıyor, yakınlaştırıyor, değer verdiriyor. Aidiyet duygusunu pekiştiriyor, yanlızlık duygusunu hafifletiyor. Ancak başkalarının kutlamaları bize ya birkaç beden büyük ya da küçük geliyor. Üstümüzde sakil duruyor. Ne yaparsak yapalım hakkıyla yaptık hissini duyamıyoruz, içselleştiremiyoruz. Anlamını bilmeden kırmızı çoraplar alıp biryerlere asıyoruz. Yurt dışında, Christmas sabahı çocuklar heyecanla uyandıklarında koşarak çorapların içine bakarlarmış, hediye mi var yoksa bir parça kömür mü diye? Çocuk usluysa hediye konurmuş, yaramaz ise kömür! Peki neden çorap? Merak edip araştırdım, şöyle bir hikaye buldum:


Aziz Nikola, köyleri gezip köylülerin konuştuklarını dinler, onlara yardım edermiş. Bir gün çok fakir bir köylünün kızları hakkında çok endişelendiğini duymuş. Üç güzel kızı varmış ancak yoksulluktan onları evlendiremeyeceğini düşünüp üzülüyormuş. Kendisinden sonra başlarına kötü şeyler gelmesinden endişe ediyormuş. Aziz Nikola yardım etmeye karar vermiş, kızların her birine bir kese altın verecekmiş. Ancak küçük kulübeye kapıdan giremeyeceği için bacadan girmeye karar vermiş! Odaya girince de altınları bırakacak yer ararken, kurusun diye şöminenin yanına asılan ıslak çorapları görmüş.... gerisini tahmin edebilirsiniz...


Yeni yıl kararlarına geri dönecek olursak, bunun da derin anlamına bakmalıyız. İnsan zaman zaman içine dönüp hayatının, gidişatının muhasebesini yapmalı. Ana temasını belirledikten sonra özet çıkarmalı, başlıklar, alt başlıklar belirlemeli, gereken yerlerin üstü çizilmeli veya notlar eklenmeli...Bu ciddi bir iştir. Bazen kendi kendimize yapabilirken bazen de üçüncü bir gözün yardımına ihtiyaç duyarız. Farklı araçlar kullanırız.... Bu konu da iş hayatımızda çoook detaylı incelenirken özel hayatımızda pas geçilir. Planlama eğitimleri, araçları kullanılır, planlarına uyanlara primler verilir. Geçenlerden öğrendim, kaptanların kamaralarında, yataklarının üstünde pusula yer alırmış. Kaptan sürekli güzergahı kontrol etsin diye. Açık denizde rotadan bir derecelik sapma, varılacak limandan kilometrelerce öteye atar sizi...


Sizin pusulanız var mı? Sürekli kontrol ediyor musunuz? Yoksa 365 günde bir süslü bir kağıda birşeyler karalayıp, hayatın akışına mı bırakıyorsunuz kendinizi? Rüzgarın, akıntının götürdüğü yere mi yolculuk?